Ana içeriğe atla

Tutunamayanlar-1

Şimdiye kadar okumadığım için çok şey kaybettiğimi düşündüğüm bir kitap.. Bölüm bölüm inceleyelim. Öncelikle bu yazıda olacak alt başlıkları bir sıralayalım:
  • Önsöz/Ömer Madra
  • Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk/Enis  Batur
  • Sonun Başlangıcı
  • Yayımlayıcının Açıklaması
  • Birinci Bölüm
Öncelikle sy 9-12 arası Ömer Madra tarafından yazılan önsöz için ayrılmış. Madra kendisi dahi Oğuz Atay için önsöz yazmanın ne kadar zor olduğunu anlatarak yazmış bu satırları; Oğuz Atayı'ın bu duruma bakış açısını bildiği için hem zorlanmış hem de gururlanmış. Bunu nereden mi biliyoruz? Kendi sözlerinden.. 

Size bir soru ? Bir kitap ne kadar güzel olabilir ? Önsöz'ünden Sonsöz'üne kadar altı çizilecek cümleler bulabiliyorsanız işte o kitap şahanedir. Hiç düşünmeden "Tutunamayanlar"ı ömrümün kitabı olarak addettikten sonra buradaki alıntılarıma geçebilirim... (Alıntılara ön yargı ile yaklaşmayalım, biliniz ki burada önsözü yazan müellif de kendi durumunun izahı için Oğuz Atay'dan alıntılar yapıyor. Sanırım bundan sonra bütün önsözleri okurken bu söylemlerin ışığında okuyacağım.)

 "Hiç olmazsa önsözleri yazanlar, yılda bir kere toplanmalı ve aralarında ortak esaslar tespit etmeli. Bugünkü durum esef verici. Bakıyorsun bir yazar, çok zor birleştiriyor kelimeleri. Bir türlü cümleleri kuramıyor. Öyle diyor önsöz amca. Geçer karatahtanın başına diyor,  yazar, bozar, uğraşır. Bütün bunları da yarı karanlıkta yapar. İstediği cümleyi bulunca da koşar, bütün ışıkları yakar.Ben de tam bu üstadın huylarını benimsemek üzereyken, bir önsöz daha geçiyor elime. Bu önsöz de yazarın coşkun bir ırmak gibi yazdığını anlatıyor. Kendisini tutamıyor bu adam: bıraksan günde yüz sayfa yazacak. (...) Kime hizmet edeceğimi şaşırıyorum. Onlara uşaklık etmekte zorluk çekiyorum. Biri insanlardan kaçıyor, öteki bir dakika yalnız kalamıyor. Sonunda hükümet el koyacak bu işe. Hepsine haddini bildirecek. Bizi zehirlemeye ne hakları var."

Ömer Madra'nın kaleminden Oğuz Atay'ın karektarizasyonu ile devam edelim:

"O, ömrü boyunca hep "acele etmiş"tir; bu yüzden de hep "geç kalmış"tır. Sürekli bir panik vardır hayatında: Bir kitap okur, bir komedi seyreder, yorulur. Birileriyle birlikte olur, derdini anlatamaz, telaşlanır ve incinir. Küçük dertler, bir yerlere ödenmesi gereken paralar, bazı şeylerin tamir masrafları hiç eksik olmaz ve bu panik duygusuna katkıda bulunurlar. Ve hep acele edilir. Bu acele içinde ölümden mi kaçılıyordur, yoksa kovalanıyor mudur ölüm, orası pek belli değildir. Öyle bir kaçma-kovalamaca oyunu işte. Ve işte böyle çılgınca koştururken Oğuz, sırtından hiç çıkartmadığı mizah zırhının tangırtısı da dünyayı tutar. Nefes nefese koşarken bize hepimizin derdini anlatmak için üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, bir de şu "kırık" günlüğü, yani beş buçuk yapıtı bırakan bir adamı unutmak bir çok kişinin işine gelebilir belki, ama onu "unutturnak", işte o biraz zor olabilir. Ne  yapılsa nafile bence; perde yeniden açılıyor işte."

Kitap daha sonra Enis Batur yazısı ile devam ediyor. Diyor ki Batur:

 "Tutunamayanlar'ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun "Hayatı ve Eserleri" türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor.(...) Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, trajikomik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar Tutunamayanlar."

 Sonun Başlangıcı kısmını müellifin kendisi yani Oğuz Atay yazıyor. Lakin burası kurgu mu gerçek mi insan düşünmeden edemiyor. Acaba diyor insan, tıpkı Kinyas ve Kayra'dak gibi.. Yayımlayıcının Açıklaması ise bir başka muamma, kurgunun bir parçası mı yoksa acaba'nın mı ?

Gelgelelim 1. Bölüm'e.. Kitapta yok yok; zaten karakter Süleyman Kargı bir 'Açıklamalar' bölümü yapmış, bundan mütevellit ben açıklamaların açıklamalarını yapmayacağım :) Birinci bölüm sayfa 23-243 arasını kapsamakta olup benim bu yazım 'Ne Yapmalı?' ya kadar olan güzel alıntıları içerecektir. Kendi çıkarım ve yorumlarım ise bu serinin diğer yazılarında olacaktır.Lakin şunu söylemeden geçemeyeceğim; 'Tutunamayanlar' bir ders kitabı hatta tabiri caiz ise bir hayat kitabı niteliğindedir.

"Efendim? Efendim, derdi Selim olsaydı son heceye basarak."

"Bağırma anladık. Benim vicdan azabım bu kadar kıllı olamaz. Ruhbilimci Tarzan, lütfen giyin."

"Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu."

"Yazık;insanlar düşüncelerimize uygum biçimler almıyor.(...) Hayat, düşünceleri tutan bir hapishanedir.İnsan, can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir robotum.Uyuyakaldı."

"Turgut, bütün bunları o sırada mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle düşündüğünü mü sandı ? Bilemedi: çünkü o zaman henüz Olric yoktu. Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi. Bir cümle kaldı yalnız aklında: Güzel bir gün ve ben yaşıyorum."  

"Kendimle biraz olsun alay etmeden, kendi kendime yarattığım boşluğa dayanamıyorum."

"Gözleri yarı kapalı, kendinden geçmiş bir tavırla konuştu Selim: 'Evet, sonunda doldum.' dedi. 'Sonunda doldum, Turgutçuğum Özben. Ayak tırnaklarımın ucundan saçlarımın tellerine kadar doluyum artık. Üstelik üslubumuz da belli oldu bu arada. Tarihi Türk, Roma ve Fransız kahramanlarıyla, büyük matematikçi ve fizikçilerin hayat hikayeleri tarzında yazacağız. Heyecanlı sahneler de kovboy filmlerini andıracak. Sen önce bana, o tatsız ve sıkıcı anlatışınla hayat-ı hikayeni nakledersin.' (...) 'Dolmakalemimize kan doldurup yazacağız bu satırları. Ve ben, bir avuç toz olduktan sonra bile, senin destanın ağızlarda dolaşacak.' Turgut tamamladı: 'Ben ve emrimdeki yüzbin şovalye, ihtirasın yakıcı alevleriyle kavrulurken, sen köşenden bizleri ibretle seyredecek ve: 'Sevişin evlatlarım' diyeceksin. 'Sevişin ve mutlu olun...' Selim atıldı: 'Ve zina etmeyin.' Turgut,  yapma bir kıskançlıkla elini salladı: Sonunda okuyacağım bu İncili ve senin okumamış olduğunu ispat edeceğim böylece."

Canımın Selim; hep oynayabilseydik bu oyunları. Biraz olsun dinlenseydin arada. Durmak bilmeyen kafanı rahat bırakıp kuvvet toplasaydın biraz. Kim dayanabilmiş ki sürekli ? En basit insanların bildiği bu gerçeği nasıl göremedin ? Bu sayfalarda yaşadığını görüp öldüğüne nasıl katlanabileceğim? Bu acıya dayanmak için bir yol göster bana.

"Kültür sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kullanmak demekti. (...) Bu kelimeler kültür mü demekti? Hakikaten, kültür ne demek acaba ? Hüsnü Bey için kültür onun dört kere tek dersten sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası ordinaryus profesör- o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydıner) demekti. Eğer böyleyse, 'Kültür', insanı küçümseyen, insanın ne mal olduğunu bir bakışta anlayan iri kıyım bir şey demekti."

Turgut ve Selim arasında geçen diyaloglara ise bayılıyorum:

Selim: Evet, sayın sekreterim: nerede kalmıştık ? Son cümleyi tekrar okur musun lütfen ?

Turgut: Babanın uşağı yok. Sen de, günümüzdeki son Osmanlı müverrihleri gibi bunadın mı yoksa?

Selim: Evet, nerede kalmıştık? Uzatmayın, rica ederim.

Turgut: Benim Gogol'a benzediğimden ve senin de Belinsky dümeniyle beni batırdığından bahsediyorduk.

Selim: Babanızın aksine, bildiğiniz bi kaç kelimeyi ne kadar da yerinde kullanırsınız aziz Turgut! Üstelik, doğru da teleffuz edersiniz.

Turgut: Beni kızdırma, Başmaçkin ve Çiçikov derim sonra; kendine gelemezsin. Seni Dostoyevski bile kurtaramaz."

Selim: Turgut Bey oğlumuz, kelimeleri yerli yerinde kullanmakla birlikte, henüz genç ve ateşli oldukları için, meselelerin derununa nüfuz edemiyorlar. Lütfen, kıraat buyurun!

Turgut:Bu kadarı da fazla! (dedi ve son yazdığı cümleyi okudu.)

Selim:Bazı telaffuz hatalarına rağmen kıraatiniz fena değil, Turgut Bey oğlumuz.. (diyerek Turgut'un yanağını okşadı.)

Turgut:Eski Osmanlı ediplerine çok özendiğiniz ayan oluyor efendim. Beni gözünüze kestirdiniz galiba.

Selim: Bu sözdeki imayı anlamamış olalım ve tarihi vazifemizi ifaya devam edelim. Evet! Turgut, pısırık bir baba ve müstebit bir annenin tesirinin ruhunda uyandırdığı hercümerci, çok küçük yaşta farketti ve ... (Turgut tamamladı)

Turgut: Hürriyeti seçti.

Selim: Turgut'un ileride ne kadar mütehayyiz bir şahsiyet olacağını anlamaktan aciz bulunan Lalegül sokağı sakinleri, küçük yaşta sokağa düşen-tabirimi mazur görün-Birinci Dragut'a hüsn-ü kabul göstermediler.

Turgut: Allahtan Hüsnü Bey'le ilgili bir kelime oyunu yapmadın burada.

Selim: Beni minimize ediyorsunuz. Sus yahu! Biyografinin canına okudun. Nerede kalmıştık?"

Turgut: Bir daha okursam öleyim!

Okurken sesli güldüğüm yerlerden biri de yukarıda paylaştığım diyalog idi.

"Güneşli bir günün sabahında, minimini Turgut, ilk defa sokağa çıkıyordu. Nasıl, minimini Newton, gene böyle güneşli bir günde, bahçesinde dolaşırken, başına düşen bir elma sayesinde yer çekimi kanunu bulmuşsa,Turgut da o gün, sokak dolayısı ile hayat mücadelesi kanunu keşfetmişti. Evlerinin yanındaki boş arsada top oynayan çocukların arasına, yaşının verdiği teklifsizlikle sokulmağa çalışınca, beş yaşında kocaman bir sokak serserisinden ilk yumruğu yedi gözüne. Hidrostatik kanunu bulur bulmaz hamamdan fırlayan Arşimidis'in hızıyla geriye döndü ve annesine şikayete koştu. Annesinden yediği dayak, ona ikinci hayat kanunu keşfettirdi: '... ve şikayet etmeyesin.' Daha sonraki bütün muvaffakıyetlerine rağmen, hayatındaki bu ilk lekeyi silmek, hiç bir zaman mümkün olmadı. O günkü çocuklar-bugün futbolcu oldular-'Mahallede topu ayağına sürdürmezdik. Şimdi başvekil olmuş.'derler."

Selim: Küçük yaşta, akranları arasında önder olması, onun bir çok aşağılık duygusundan kurtulmasına yardımcı olduysa da manevi bakımdan kaçınılmaz bir fakirliğe sürükledi onu. Bu arada, Ahmet Mithat Efendi gibi kısa bir süre için de olsa, okuyucularımızdan izin alarak mevzumuzu bir yana bırakmamıza rağmen, bize bu fırsatı verenlere, bu arada bu satırların yazarına, ayrıca bizzat gelemeyerek yarı yolda kalanlara bilhassa teşekkür ederiz. Turgut, yukarıda zikredildiği gibi, kısa pantolonlu yaşantısının bu erken başarısına kapıldı; ondan sonra da her davranışında, Borjiya gibi 'Zafer veya hiç' düsturuna sadık kaldı. Bu orman yasasını, üniversite kapıcısının o sırada başka yere bakmasından faydalanarak mukaddes camiamızın içine de soktu. Evet beyler! İştirakiyun mezhebinden de yıkıcı olan bu telakkiyi aramıza sokan Turgut'tur. Turgut değil o hayduttur. Halbukki vermesini bilmeyenler alamıyacaklardır."

Turgut: Hayatımdır bahis konusu olan. İncili karıştırma ulan!

"Kendini, rakipsiz saydığı konuların dışında bir daha hiç bir zaman tecrübe etmemeyi ve kuvvetsiz olduğu yerlerde de ehemmiyetvermiyormuşçasınagillerden olmayı uygun buldu."

"Fakat, sonradan garson olmuş bir filozof ya da filozof olmuş bir garsona göre, insanlar karışık salataya benzer."

"Sinüsün de sevebileceğini, ona da insan muamelesi yapılması gerektiğini yeteri kadar savunabileceğimi  hissetmiyorum artık. Sinüsün entegralinin nasıl alınacağını birden unuttum; mahçup oldum sinüse gösterdiğim bu ihmalden. Fakat siz anlayamazsınız bu duyguları. Gene de 'Hayatın Koordinatları' hakkında bir açıklama yapmamı beklersiniz herhalde. Bak Selim! Öldürürüm seni! Bu meseleyi ilk defa duyduğun halde nasıl şaşırmamış görünürsün? Beni öldürmek için! Beni kudurtmak için! Nasıl sözlerimi hiç duymamış gibi yaparsın? Kıskançlıktan! Bir de nazariyemi bilsen, o zaman hasetten kudurur, T cetveline dönersin."

Selim: Bütün mesele, insanın hayatının denklemini yazmak olduğuna göre, acaba sayın müellif bize bu denklemin işaret sistemini ve bir insanda bilinen faktörlere ait katsayıların ne gibi bir transformasyonla değerlendirileceğini açıklarlar mı ?

Turgut:Derin tahlil kabiliyetiniz, burada da sizi ele verdi. Ben de zaten son olarak bu problemi düşünüyordum.Evet, meseleyi, aşağılık bir pratiğe sokmak gerekirse, bir insanda mevcut karakterlerin en uygun hangi işaret sistemi ile gösterilmesi gerekeceği sorununu ortaya koymalıyız. Bunun için de, kanaatimce, önce, insanlara ait bütün bilgileri, cebrik notasyonlarla gösterecek bir sistem bulmalıyız. İnsanın, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik durumlarını bunlara uygun cebirsel işaretlerle ifade ederek, bütün hayatı kelimeler yerine, sayısal değerlere tekabül eden genel notasyonlarla gösterirsek, gramatik kombinezonlar yerine transandantal eşitlikler ikame etmiş oluruz ki bu yeni sistemde, sizin bilinen faktörler dediğiniz sabit katsayılar da herhalde yerini bulur.

Selim: Dur! Hemen tahtayı silme. Beni kandıramazsın.

Turgut: Aptal! Uzatma işte. Böyle bir nazariyenin elbette bazı ufak tefek noksanları olacak. Ne demiş Ziya Paşa...

Selim: Ne mutlu Türküm diyene, demiş.

Turgut: Onu Namık Kemal söylemiştir.  Ziya Paşa aynen şöyle demiştir: 

Di-rahtı ferganiyi nüman eyledi nevser
Tema-yı zur-u haltı kadar neyledi kevser


Selim: Yeter söz milletindir. Söyleyen. Jean François Millet.

"Okulda ilk öğrendiğim gerçeklerden biri de babamın-sonra peder oldu- beni yanlışlıkla mektep yerine okula gönderdiği oldu. Önümüze alfabe adında anlaşılmaz bir kitap koydular. Babam, ona da elifba dedi.Okulla babamı uzlaştırmaya imkan yoktu.Bu garip kitapta, bizim kılığımıza pek benzemeyen bir biçimde giydirilmiş çocuklar, boyuna birbirlerine top atıyorlardı. Hangi mahallede oturduklarını bilemediğim bu çocuklar, kumbaralarında-bizim evde böyle bir kutu yoktu- para biriktiriyorlar; babaları da -Ahmet ağabey kadar genç ve bıyıksız adamlardı bunlar-onlara, çatana denen kayıklar alıyordu. Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk. Bir de bazı çatık kaşlı adam resimleri vardı ki, babam onlara, gazetedeki amcalara yaptığım gibi, sakal bıyık takmamı şiddetle yasak etmişti. Kocaman bir dünyanın içinde-oysa sınıfta duran 'mücessem küre' çok küçük kalıyordu asıl dünyanın yanında-şaşkınlıkla ne düşüneceğimi bilemiyordum ve öğretmen gelince arkadaşlarla birlikte ayağa fırlayıp kıvanç duyduğumu söylüyordum bağırarak. Bununla birlikte, bir kaç gün içinde, bu işlerin pek anlaşılamayacağını, yalnız bir kısmının ezberlenip kara tahtanın yanında tekrar edileceğini, böylece, öğretmen denilen teyzevari yaratıkla başımın belaya girmekten kurtulacağını sezmiştim."(...) İçine sığmakta güçlük çektiğim okul sıralarında büyüklerimi saymak-küçüklerimi sevmek sözünü ters söylediğim için öğretmenin çektiği kulağımın acısını akşamki maçı düşünerek hafifletmeğe çalışırdım. Büyüyünce öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir yandan da durmadan tekrarlardım:öğretmenimi, yurdumu sevmek, budunumu-bu budun kelimesi bana kasapta çengele asılı etleri hatırlatırdı-korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan, herkesten intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun.(...)İlk gün koşa koşa hemen eve gelmiş ve hemen babama yetiştirmiştim:  'Baba sen yanlış biliyormuşsun. Öğretmenimiz söyledi, biz mektebe değil okula gidiyormuşuz.' Babam okuduğu gazateden başını kaldırdı,yorgun ve ilgisiz nazarlarla baktı yüzüme: 'Dur bakalım hele.' dedi. Babamın, sonradan daha iyi farkettiğim karakterinin eşsiz bir özetiydi bu cümle: 'Dur bakalım hele.' Hem kendi durur, hem de herkesi durdurdu bu cümleyle. Benim hızımı, annemin hırçın ve telaşlı atılmalarını hep bu amansız cümlesi ile keserdi: 'Dur bakalım hele.' Dünya tefekkür tarihine 'Durbakalımhelecilik' geçmezse, babama yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu. Ben de belki biraz bu felsefenin tesiriyle böyle olmuşumdur."

"Kötülükten ancak kötülük çıkar.Bayağılık insan ruhunu öldürür. Elbette, çok gelişmiş milletler, kötülükten de birşeyler çıkarıp onu az gelişmiş milletlere ihraç etmek yolunu bilmektedirler. Kötülüğü rasyonalize edip, ya da sanat eserlerinde dondurup, hayata ait bir canlılık bulmaktadırlar kötülükte. Burada, tek korunma yolu, kötülüğün üstünden akıp gitmesini sağlamaktır. Benim gibi, az gelişmiş bir ilk okul öğrencisinin de başarabileceği tek şey buydu. Kötülüğe kayıtsız kaldım; ona içimde yer vermedim."

Selim: Hayata dayanamadığımız için espri yapıyoruz. Ehlak düşkünleri gibi doğru yoldam sapıyoruz. Bütün kurtuluş yollarını kapıyoruz. İşte kapı, işte...

Turgut:Yeter, canım Selim! İnsan kardeşim! Hayat dalına yuvasını yapmış biricik eşim. Bırak devam etsin rezil gidişim. 

"Bin Dokuz Yüz Elli Üç Yılını Tarih için önemli bir dönem yapan işbu tartışma zabıtları, iki nüsha olarak tanzim ve taraflar arasında imza edilmiştir. (Buraya bir de 'teati' kelimesini ekleyebilseydik ne iyi olacaktı. Olmadı.)"   

Ve işte bu kitabın en beylik cümlelerinden biri: "Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran? Aramızdaki boşluğu nasıl doldurmalıyım ? Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim?"

"Efendim? Batsın efendin senin!"

Canım Selim...   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tutunamayanlar-3 (Açıklamalar)

SÜLEYMAN KARGI'NIN AÇIKLAMALARI Süleyman Selim'in ısrarı ile şarkılara mısra mısra açıklamalar yazmıştı. Selim "onlar, onlar" diye tutturmuştu. Ama kimdi bu onlar ? Neticede "biz değildik" dedi Süleyman Kargı en sonunda..Peki bu açıklamalar neydi, neyin nesiydi.. King Solomon ile ilgili öyle güzel kurgulanmış öyküler vardı ki gerçek ile fantastik birbiri içine geçiyordu. Bir de mutlaka bir 'Kargı' ya da 'Kargıcı' var idi. Bilig Tenüz yani Bilgi Denizi isimli bir kitaptan ise detaylıca bahsediliyor ve günümüz koşulları ile ilişkilendiriliyordu. Bazı kelimelerin ise Türkçeleştirilmiş anlamları özelllikle dikkatimi çekmişti. Mesela felseyeye özbilgenlik deniyordu, tümaçtarsız ise 'tümüyle açık seçik ve tartışmaya yer vermeyecek biçimde' demekti. Cebir zorbilim olarak karşımıza çıkarken yerölçümsel geometrik, doğaötel metafizik oluyordu.Bir de bir tanımlama vardı ki okurken yüzümde şapşalca bir gülümseme yayılmasına engel olamamışt

Tarık Bugra ve Siyah Kehribar

Bu seferki yazım Tarık Buğra hakkında olacak. Kendisi çok yönlü bir yazar olmakla beraber hayat hikayesinin de okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Tıp eğitimi ile başlayan kariyeri yazarlıkla son bulmuş. Kendi ağzından Siyah Kehribar romanının sunuşunu mutlaka okuyup ne kadar objektif bir özeleştiri yapabildiğini görmenizi isterim. Siyah Kehribar romanı kurgusu dışında, indirgenmiş tekdüzeliği ve yazarın kendisinin de hemfikir olduğu bir samimiyet ve içtenlik duygusu ile yazılmış olup insan karakteri ile ilgili güzel tespitler içermektedir. Özellikle bazı alıntıları sizinle paylaşmak istiyorum: "Herşey güzel olmalı; tatlı olmalı. Her hareketimiz ve her saadetimiz tatlı olmalı. Günlerimizi, birbirimizi çirkinleştirmemeliyiz. Ayrılırken bile güzel olmalıyız. Yoksa neye yarar ? Ben ancak böylesine razıyım. Bu bir kuvvet işidir. Kendimize güvenemiyorsak hiç başlamayalım çok daha iyi olur." diyordu romanın ana kahramanının sevdiği kadın. Ne kadar da güzel ifade edilmi